Mekân ve Erk

İnsanlık tarihi incelendiğinde, özellikle ilk çağlara baktığımızda yaşamlarını sürdürmek için avlanma ve beslenmenin yanı sıra barınmak için de kendilerine alan yarattığını görüyoruz. Bulunduğu çevre koşullarına biyolojik olarak uyum sağlayamayan insan önlem almaya başlar. İnsanlar ilk çağlarda bu ihtiyacı mağara, kaya sığınağı ve kavuk gibi doğada hazır bulunan yerlerden karşılamışlar. Daha sonrasında hayvan kemikleri ve deri kullanılmış. Yerleşik hayata geçişte ihtiyaca karşılık veren barınaklar inşa edilmeye başlanmış. Yani artık mağara ya da sığınak aramak yerine kendi istediğimiz alanı seçip orada bir yaşam kurulmaya başlanılmış.

Sonrasında kurulan devletler ve imparatorluklar farklı toplum bütünlüklerini oluşturmuş. 1400’lü yıllara gelince Amerika’nın keşfi ile yeni bir coğrafyayı tanımaya başladık. Bu dönemden sonra barınma farklılıkları ciddi bir şekilde ortaya konulmuştur. Mevsim, iklim koşulları, inanç ve kültür gibi farklılıklar kendisini mimaride göstermeye başlamıştır. Aslında mantık her zaman aynı; elinde olanı kullanabilme. Mesela Karadeniz bölgesini ele alalım bol yağış alan ağaçlık bir ekosistemdir. Bu sebeple evler yağışa dayanaklı ve ahşap malzemeden yapılmıştır. Mesela ben Bursalıyım. Bursa’da 19. yy. başlarında lodos çok olduğu için evlerin camları eni dar olacak şekilde yapılıp ahşap sürgü kullanılmış.

Kutuplardaki iglolar buzdan yapılan minik evler, sizce oraya ahşap bir ev yapmak ne kadar doğru. Ya da Venedik’i inceleyelim kanallar şehri, izlediğim bir belgeselde beni büyüleyen bir mimari ve mühendislik harikasına sahip. Kütüklerin ve kanalların üzerine kurulan bir şehir. Her ayrıntı öylesine düşülmüş ki yüzyıllar geçmesine rağmen hala deforme olmamış. Biraz kültür etkilerinden bahsedersek Kayseri’de karşılaştığım bir Rum evinden bahsetmek isterim. Evin iç aksamı inançlarına göre tasarlanmış. Benim en çok dikkatimi çeken detay kapı tokmaklarıydı. Kadın ve erkek olarak ayrılan tokmak vuruş sesiyle gelen misafirin habercisiydi. İnanç ve gelenekler ev ile yaşatılmaya devam ediyordu.

İnanç olarak bakacak olursak Japonya‘da 4 rakamı ölümü çağrıştırdığı için uğursuz sayılır. Bu sebeple daireniz 4. katta ise satılması oldukça düşüktür. Mimaride inanç da önemli bir yer tutar.

Mekân konusuna değinecek olursak mekânı nasıl sıfatlandırdığımızı sormak isterim. Mekânı o an içinde bulunduğumuz yer olarak düşünecek olursak, tasvir edilebilen bir ortamda bulunma hali denilebilir. Mesela ormandayız çevremizde ağaçlar, çiçekler hatta kuş sesleri var ya da bir deniz kenarında bulunma hali.

Günümüzde önemli bir yer tutan mekân bizi hem psikolojik hem de fizyolojik alan da etkilemektedir. Piknik alanına gittiğimizi düşünelim daha spor bir kıyafet tercih ederiz. Şık bir restorana gitseydik daha şık kıyafetler tercih edip saçımıza ve makyajımıza özen gösterirdik. Ruhsal olarak bakıldığında hastaneler her zaman benim modumu düşürmüştür. Ama doğa yürüyüşü için aynısını söyleyemem, tam tersine beni daha çok motive eder. Burada mekân ve erk ilişkisinin önemini görüyoruz. İnsan bulunduğu ortama göre hem bedensel hem de ruhsal şekil alma eylemi içinde.

Michel Foucault’un mekan, bilgi ve erk söyleşinde denk geldiğim bir bölüme değinmek isterim: Godin’in Familistère’i.

Godin’in mimarlığının insanların özgürlüğünü amaçladığına değinmiş ve ütopik köyünden bahsetmiş. Godin işçilerin ancak insani koşullarda yaşadıklarında mutlu ve verimli olacağına inanıyordu. Oise Nehri kıyısında bahçeli, havuzlu, tiyatro ve kütüphane bulunduran 2000 kişilik bir site kurmuş. 14 yaşına kadar ücretsiz ve zorunlu eğitimi sağlamış. Buraya sosyal saray adını vermiş. Godin 1871 yılında yazdığı sosyal çözümeler kitabında şöyle söylüyor:

“Zenginliği yaratanların onun görkeminden ve iyiliklerinden faydalanmaya hiçbir hakkı olmadığı düşüncesini sorgulamanın zamanıdır. Bu hakkı tanıdıktan sonra, zenginliğin daha çok onu üretenlerin yararına kullanılmasının herkesin görevi olup olmadığını sorgulamak lazımdır…”

Yine aynı eserde:

“Her işçi için bir şato yapamayız. Öyleyse kaliteli yaşamın dengeli dağılımı için her aile ve her bireyin kolektif çıkar doğrultusunda kendi avantajlarını bulacağı bir saray inşa etmek gerekmektedir”

diye ekliyor.

Gördüğümüz gibi sosyal şartların ve bilginin insanı psikolojik ve fizyolojik olarak etkilediğini, iyi hissetmenin verimi arttırdığını görüyoruz. Bu etken toplumun kalkınmasında büyük bir rol oynuyor. 18. yy. Polis raporlarında mimarlık ve şehir planlamacılığına değinildiğini görüyoruz. Mimar ve mühendislerin dışında aynı yıllarda politika alanında mimari düzen, mekân ve erk arası ilişkileri konuştuğunu biliyoruz. Bana sorarsanız mutlu insanlar iyi işler yaparlar. Godin’in örneğinde gördüğümüz gibi bu sebeple mekân ve toplum arasında kurulan ilişki ne kadar güçlenirse hem yönetimin hem de ülke kalkınmasının daha iyi olacağını düşünüyorum.

Değinmek istediğim bir başka konu da kapitalist düzen. Şu an belki de bizi içine hapseden durum. Maalesef artık hepimiz kısıtlı standartlarda yaşıyoruz. Seçeneklerimizi sınırlandırıp özgünlüğümüzü kaybediyoruz. Bir apartman dairesini kendi sosyal yaşam alanımız olarak benimsemiş durumdayız. İnsanlar ben yaptım, bana ait diyebilecekleri bir köşeye bile sahip değiller. Dergiden seçip mobilya alıyoruz, modası geçtiği zaman değiştiriyoruz hatta modayı takip etmek için sırf ona çalışıp para harcıyoruz. Bir filmde bu konuya değinilmişti. Bu durum insanları sıradanlaştırıyor ve sonuç olarak daha mutsuz belki de doyumsuz bireylerin toplum hayatında sayısı artıyor.

Tabii ki geleneksel ya da eskiden olduğu gibi yaşayalım demiyorum. Sonuçta teknoloji çağını yaşıyoruz. Benim tek istediğim şey biraz özgünlük; özünün dışına çıkan şeylerin hem göz kirliliği hem de ruh yorgunluğu olduğuna inanıyorum.

Şu an Dalaman’da ütopik bir köy kuruluyor. Ekoköy de diyebiliriz. Bazı genç toplumlar kapitalizme karşı kendim yaptım kendim ekip yaşarım mantığıyla düzene başkaldırıyor. Kendi oluşturdukları çevre, inşa ettikleri ev, yetiştirdikleri yiyecekler ile yaşam sürdürmeyi hedefliyorlar. Çocuklarına ezber yerine kendileri eğitim verip temel kuralları yaşatarak öğretmek istiyorlar.

Evet haklı olduklarını söyleyebilirim. Şu an ki düzen hepimizi yoruyor daha iyi için daha çok çalışmak. Peki ne için çalışıyoruz? Kendimize, ailemize zaman ayıramıyorsak bize ne faydası var bu kadar çok çalışmanın. Sinemaya, tiyatroya ya da çok sevdiğim doğa yürüyüşüne gitmeye zamanım yoksa ben ne için çalışıyorum. Daha iyi mobilyalar, daha iyi ev, araba için mi? İnanın ki hayalim o gökdelenin içinde yaşamak değil.

Televizyonda izlediğim çok hoşuma giden bir program var. Doğaya Kaçış; insanlar şehir yaşantılarını bırakıp Alaska’ya yerleşiyorlar. İnanın ki o manzaranın, oradaki doğanın hiçbir şekilde şehirde karşılığı olabileceğini düşünmüyorum. En güzeli de kendine özgün senin emek verip yaptığın bir evde yaşamak. Zamanın kendine ait olması, kendin için yaşamak.

Sonuç olarak barınma, mekân ilk çağlardan beri insan hayatında büyük rol oynamıştır. Bizi hem psikolojik hem de fizyolojik olarak etkilemiştir. Şu an teknoloji çağını yaşıyoruz geriye gitmektense ileri bakmak her zaman daha iyidir. Ama metropol yaşantısının insanı yorduğunu ve maalesef tekilleştirdiğini düşünüyorum. Evrensellik adı altında hepimiz aynı kişi olmaya başlıyoruz. Tek istediğim evrenselliğin iyi yönlerini alıp biraz daha özgün olma çabası içine girmek umarım ileride daha özgün ve mutlu bir toplum oluruz.

0 Shares:
Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

BENZER YAZILAR
Devamını Oku

NEFERTİTİ’NİN BÜSTÜ

Mısır sanatının en önemli eserlerinden biri. Kireç taşından yapılma ve yaklaşık 3400 yıllık. 1912 yılında Alman bir arkeolog…
Devamını Oku

Tanrı Dağları ve Türkler

   Türklerin medeniyetlerini kurduğu, içinde birçok efsaneyi barındıran, Türk yurdunun simgesi haline gelen ve tarihte yer edinmiş dağılmalara,…