Abdülhak Hamit Tarhan ve Makber’in Yanlış Bilinen Hikayesi
Abdülhak Hamit Tarhan, Türk Edebiyatı’nın önemli ve çok konuşulan şairlerinden biridir. 1852′ de İstanbul’da doğmuştur. Babası da alim, hekim, diplomat ve tarihçi olan Hayrullah Efendi’dir. Köklü ve kültürlü bir ailede doğan Abdülhak Hamit, valilik ve elçilik görevi yapmış olan abisinin de desteğiyle edebiyata yönelmiştir. 1863 yılında Paris’te bir koleje yazılmıştır. Orada Batı Edebiyatı ve kültürünü öğrenmiştir. 1864’te Babıali Tercüme Odası’na girmiştir. Babası Tahran’a büyükelçi olarak atanmış, babasıyla birlikte Tahran’a gitmiştir. Burada Farsça öğrenmiş ve İran Edebiyatı hakkında bilgi sahibi olmuştur.
Öğrenimle geçen yıllarının ardından 1876’da Paris’e büyükelçi olarak atanmış, bu şehirde başından geçenleri ”Divaneliklerim Yahut Belde” kitabında anlatmıştır. 1879’da Belgrad’a büyükelçi olarak atanmış, 1880’de Berlin’e büyükelçi olarak atanmış ancak gitmemiştir.
1928’de İstanbul mebusu olmuştur. Bir ara gribe yakalanmış, iyileşir gibi olduysa da hastalık tekrar nüksetmiştir. 13 Nisan 1937 de hayatını kaybetmiştir. 14 Nisan’da büyük bir törenle İstanbul’da Zincirlikuyu Asri Mezarlığı’na defnedilmiştir.
Şiir Görüşü
Abdülhak Hamit’in şiirlerinde toplumdan uzak oluşu, sanat için sanat anlayışı görülür. Yeni şekiller denemekten vazgeçmeyen şair, kendisine karşı yapılan eleştirileri Nâkâfi şiirinde açıklamıştır. Türk Edebiyatı’nın yenileşmesine en çok katkı sağlayan şairlerden biri Abdülhak Hamit Tarhan’dır. Kenan Akyüz’ün deyişiyle ‘’Hâmid, Türk şiirini Batılılaştırma bahsinde ‘düşünen’ den çok ‘yapan’ adamdır.”
Şiirlerinde tezatlara, çatışmalara çok yer vermiş ve farklı konuları çok sık işlemiştir. Tema olarak tabiat ve aşk konularını işlemiş, felsefi söylemlerden de kaçınmamıştır.
Şiirle ilgili görüşlerini Makber kitabının poetikasında ortaya koymaktadır.
”En güzel, en büyük, en doğru şiir, müthiş bir hakikatin altında hiçbir şey söylememektir. İnsan, bazı kere hatırına gelen bir hayali tanıyamaz, o kadar güzeldir. Zihninden uçan bir fikre yetişemez, o kadar yüksektir. Kalbinde doğan bir hissi bulamaz, o kadar derindir. Bu acizlik ile bir feryat koparır, yahut pek karanlık bir şey söyler, yahut hiç bir şey söyleyemez de, kalemini ayağının altına alıp ezer. Bunlar şiirdir.”
Hamit ve Makber
Felsefe daha önce olmadığı kadar son yıllarda Hamid’in şiirine girmiştir. Eski şiirine hakim olan teslimiyetçi anlayıştan sorgulayıcı anlayışa geçilir.
Hamit, zaten bir ölüm şiiri yazarken, eşi Fatma hanımın ortaya çıkan verem hastalığı, kendiliğinden şiirin yönünü değiştirmiş ve yön vermiştir. Öte yandan Makber dikkatle incelenirse, Fatma Hanımdan çok Hamid’in ölüm ya da metafizik korkular karşısındaki çığlıklarını duyarız. Fatma Hanım 1885 yılında hayatını kaybetmiştir. Eşinin vefatından sonra kırk gün onu ziyaret eden Abdülhak Hamit, yazmakta olduğu ölüm şiirini bu atmosferde tamamlamıştır.
Abdülhak Hamit , söylendiği gibi cenazede tanıştığı bir kadınla evlenmemiştir. Eşinin ölümünden 5 yıl sonra 1890 yılında Londra’da görevliyken Nelly Clower isimli bir kadınla evlenmiş ve ne yazık ki onu da 1911 yılında veremden dolayı kaybetmiştir.
Yıllar geçse de Makber, Türk şiirinde önemini yitirmemiştir. Şair şiirde de, daha sonraki hayatında da Fatma Hanım’ı ne kadar sevdiğini vurgulamıştır.
Eyvah!. Ne yer, ne yar kaldı,
Gönlüm dolu âh-u zâr kaldı.
……………………………………….
Çık Fâtıma lahddan kıyâm et,
Yâdımdaki hâline devam et…